Metin ve Zihniyet

metin ve zihniyet

METİN VE ZİHNİYET

Tarihin belli bir döneminin toplumsal, siyasi, idari, askerî, sivil, ekonomik vb. gerçekleri sonucunda söz konusu dönemde oluşan duygu, anlayış ve zevk bütününe zihniyet denir. Zihniyet, insanların yaşam tarzlarını, düşünce yapılarını, duygu dünyalarını ve sanat zevklerini etkileyen ve belirleyen bir çeşit moda olarak değerlendirilebilir.

Anlatmaya bağlı edebî metinler incelenirken öncelikle metin ile metnin oluşturulduğu dönemin zihniyeti arasında nasıl bir ilişki olduğuna, zihniyetin metni ne ölçüde etkilediğine bakılır. Bu süreç iki yönlü işler. Metnin oluşturulduğu dönemin zihniyeti hakkında bilgi sahibi olmak ve metne bu bilgiyle bakmak, metnin anlaşılmasını ve incelenmesini kolaylaştırır. Bu, sürecin bir yönüdür. Diğer yönüne gelince… Metinden yola çıkılarak dönemin gerçekleri, duygu dünyası, algılama biçimi, edebî ve sanatsal zevkleri kısacası zihniyeti hakkında birtakım bilgilere sahip olunabilir. Dönemin zihniyeti edebî metinleri etkilediğine göre bu metinlerde zihniyetle ilgili birtakım inceliklere ve bilinmezlere ulaşmak da mümkündür.

Aşağıdaki parça, Oğuz Kağan Destanı‘nın alınmıştır. MÖ II. yüzyılda (İslamiyet Öncesi Türk Edebiyatı Dönemi‘nde) oluşmaya başladığı düşünülen bu destan ancak XIII. yüzyılda yani islam Uygarlığı Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı Dönemi’nde yazıya geçiriiebilmiştir. Bu da metinde birden çok zihniyet dünyasının,etkisinin görülmesine neden olmuştur.

Destanlar, hayatta kalmanın, fiziksel bakımdan güçlü olmaya ve belli bir millet ya da kabilenin parçası olmaya bağlı olduğu dönemlerde oluşturulan metinlerdir. Bu dönemlerde insanlar zihniyet bakımından olağanüstü olay, durum ve kahramanlara inanmaya uygun bir ortamda bulunuyorlardı. Uygur Türkçesinden günümüz Türkçesine aktarılan aşağıdaki parça böyle bir ortamın izlerini taşımaktadır.

 Günlerden bir gün, Ay Kağan’ın gözü parladı, doğum sancıları başladı ve bir erkek çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök gibi parlaktı. Ağzı ateş kızılı, gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi.

Bu çocuk anasının göğsünden bir defa süt içti, bir daha içmedi. Çiğ et, aş ve şarap istedi. Dile gelmeye başladı. Kırk gün sonra büyüdü, yürüdü, oynadı. Ayağı öküz ayağı gibi (kuvvetli), beli kurt beli gibi (ince), omuzları samur omzu gibi, göğsü ayı vücudu gibi (kuvvetli) ve bütün vücudu tüylü idi. At sürüleri güder, ata  biner, av avlardı. Günlerden, gecelerden sonra yiğit (delikanlı) oldu.
O çağda, o yerde büyük bir orman vardı. Bu ormanda dereler, ırmaklar çoktu. Buraya gelen avlar, burada uçan kuşlar da çoktu. Ormanın içinde bir de büyük bir canavar (gergedan) vardı: At sürülerini ve insanları yiyen, çok büyük ve yaman bir canavardı. Bu canavar, halkı ağır bir eziyetle ezmiş, sindirmişti.

Oğuz Kağan çok cesur bir yiğitti. Bu canavarı avlamak istedi ve günlerden bir gün ava çıktı. Yanına kargı, yay, ok, kılıç, kalkan alarak ormana gitti. Önce bir geyik yakaladı. Onu söğüt çubukları ile bir ağaca bağlayarak bırakıp gitti. Sabahleyin tan ağarırken yine geldi. Gördü ki canavar geyiği kapmış. Oğuz Kağan bu defa bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağarırken yine geldi. Gördü ki canavar ayıyı da almış götürmüş.

Bu defa o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip başı ile Oğuz’un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu öldürdü. Kılıçla başını keserek alıp gitti. Tekrar aynı yere geldiği zaman bir sungurun (doğana benzeyen yırtıcı bir kuş) canavarın iç organlarını yediğini gördü. Yay ve okla sunguru öldürdü, sungurun başını kesti. Ondan sonra dedi ki: “Canavar geyiği yedi, ayıyı yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi, yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı.
Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tann’ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan bu ışığa doğru yürüdü. Gördü ki ışığın ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak bir beni vardı. Kutup yıldızı gibiydi. Öyle güzel bir kızdı ki gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu.
Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız gebe kaldı. Günlerden gecelerden sonra kızın gözleri parladı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını koydular. Yine bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok güzel bir kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki yeryüzü insanları onu görse “Ay ay, ah ah, ölüyoruz!” der ve (tatlı) süt (acı) kımız olurdu.

Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti, yüreğine ateş düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız gebe kaldı. Günler ve gecelerden sonra kızın gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını koydular.

Aşağıdaki parça, “Kutadgu Bilig“den alınmıştır. Yusuf Has Hâcip tarafından kaleme alınan Kutadgu Bilig (mutluluk veren bilgi), İslam Uygarlığı Çevresinde Gelişen Türk Edebiyatı Dönemi’nde oluşturulan ilk eserdir.
Bu eserin dili, teması ve yapısı, dönemin zihniyetine uygundur: Eser, 11. yüzyıl Türkçesi olan Karahanlı (Hakaniye) Türkçesiyle kaleme alınmıştır. Karahanlı Türkçesinde İslam dininin ve kültürünün etkisiyle Arapça ve Farsça kelimeler kullanılmaya başlanmıştır. Metinde dünyada ve ahiret hayatında mutluluğa ulaşılması için yapılması gerekenler anlatılmış, devlet adamlarında bulunması gereken nitelikler ve devlet yönetimde uyulması gereken kurallar hakkında çeşitli bilgiler verilmiş, olay örgüsü bu doğrultuda gelişmiştir. Metin, Türk edebiyatında o güne dek kullanılmayan bir şiir ölçüsü (aruz), nazım birimi (beyit) ve nazım şekliyle (mesnevi) yazılmıştır. Bütün bunlar, İslam uygarlığının ve bu uygarlık etkisinde şekillenen İran ve Arap edebiyatlarının, Türklerin zihniyet dünyasını ve edebiyat zevklerini değiştirmeye başladığını göstermektedir.

AY TOLDI KUN TOGDI LİG TAPUGINGA KELMİŞİN AYUR

Bir Ay Toldı atlıg er erdi tetig
Eşitti bu çavıg itindi itig

Yiğit erdi oğlan kılınçı amul
Ukuşfug biliglig hem öglüg köngül

Yüzi körklüg erdi körüp köz kamar
Sözi yumşak erdi tili tüz tamar

Kamug türlüg erdem tökel öğrenip
Yorır erdi erdem eligke alıp

Özinge bakıp aydı men me bu kün
Tümen erdemim birle ilde burun

Negüke yorır men bu yirde kurug
İligke barayın kılayın tapug

iligke tusulsun bu erdemlerim
Açınsun mening kitsü emgeklerim

Aşağıdaki parça, günümüz romancılarından Ahmet Ümit’in “İstanbul Hatırası” isimli romanından alınmıştır. Bu metnin bir roman, üstelik de polisiye bir roman olması, romanda günümüz okuyucusuna hitap eden bir Türkçenin ve anlatma yönteminin kullanılması, metindeki olay örgüsü, karakter ve diyalogların günümüz gerçekleriyle örtüşmesi; bu metnin içinde bulunduğumuz zaman diliminin zevk, anlayış ve duygu dünyasına yani dönemin zihniyetine uygun olduğunu göstermektedir.

Tema, karakterlerin nitelikleri, olay örgüsünün farklılığı, metinde verilen bilgilerin gerçekliği, metnin türü, dil ve anlatım özellikleri vb. dikkate alındığında bu metnin bu haliyle bundan bin ya da yüz yıl önce oluşturulmasının olanaksız olduğu görülecektir. Çünkü bu metin kendine özgü gerçekleri, edebî zevkleri, duygu ve anlayış dünyaları, tutum, eğilim ve beklentileriyle bin ya da yüz yıl öncesinin okuyucusu için değil; günümüz okuyucusu için yazılmıştır.

Katillerin bu gece harekete geçeceklerini hiç sanmıyordum. Teoman Akkan’ı Ayasofya’nın yanındaki sokağa bırakmalarının üzerinden on iki saat geçmeden Fazıl Gümüş’ün gövdesini Fatih Camii’ne, başını Topkapı Sarayı’na göndermişlerdi. Üstelik eşkalleri ve kullandıkları aracın tarafımızca tespit edildiğini biliyorlardı. Yine de kötü bir sürprizle karşılaşmamak için bütün o konuştuğumuz önlemleri aldık. Basında çıkan haberlerden iyice bunalan Müdürümüz Mümtaz, ne istedimse hepsini verdi. Yeter ki artık şu cinayetler bir son bulsundu. Beyazıt ve Süleymaniye camilerinin etrafına, her birine dokuzar sivil polis düşecek şekilde, tam on sekiz kişilik iki ekip yerleştirdik. Namık’ı ise bizzat kendimiz izleyecektik.

Ayasofya’dan birkaç yaş daha büyük Küçük Ayasofya Camii’nin sol tarafındaki boş arsaya, tren yolunun hemen önünde yan yana sıralanan araçların arasına park etmiştik Ali’nin arabasını. Bulunduğumuz yerden Namık ile Leyla’nın evi görünüyordu; sokaktan penceresi görülen odaların bütün ışıkları açıktı. Namık ile Leyla’nın eve girdiğinden bu yana geçen üç saat içinde en küçük bir hareketlilik göze çarpmamıştı. Ne giren, ne çıkan, ne de kuşkulu bir olay… Sokaktaki tek hareket, yirmi dakika aralıklarla geçen banliyö trenlerinin yeri göğü titreten sarsıntılarıydı. İki selatin caminin etrafında zulaya yatmış ekiplerin anonslarına bakılırsa oralarda da asayiş berkemaldi. Bu geçici sakinliğin tadını çıkarmak için koltuğumu yatırmış, sırt ağrımı geçiren o hapı verdiği için Zeynep’e teşekkürler ederek, gözlerimi açık tutmaya çalışıyordum ki “Bir kesik baş olayı da burada varmış Başkomiserim!” diyen Ali’nin sözleriyle irkildim. Caminin bahçesindeki türbeyi gösteriyordu:

— Şu türbede yatan adamcağızın da kellesi kesilmiş…
Neden bahsediyordu bu deli bozuk böyle? Koltuğumu doğrultarak gösterdiği türbeye baktım.
— Hangi adamın?
— Hüseyin diye bir talihsizin… Topkapı Sarayı’ndaki şu üç kapıdan birinde ağaymış bu Hüseyin… Kafayı kaybedince Kesik Baş Hüseyin Ağa adıyla anılır olmuş… Bu kiliseyi de camiye çevirten oymuş zaten.
Şaşkınlıkla süzdüm yardımcımı. Bu soruşturmanın tek iyi tarafı, bizimkilerin İstanbul’un tarihi hakkında hiçbir zaman öğrenemeyecekleri bilgiler edinmeleriydi.
— Sen nereden biliyorsun bunları?
Merak ettim, araştırdım dese inanmayacaktım ama zaten her zamanki dürüstlüğüyle gerçeği açıkladı Ali:
— Zeynep anlattı, bu akşamüzeri, siz Mümtaz Müdürümüzün odasındayken.
Bakışları yine türbeye çevrilmişti.
— Bu Kapıağası Hüseyin bir suç işlemiş. Rüşvet mi almış, vergileri mi çalmış ne? İşte öyle ağır bir suçmuş galiba… Sarayda şey başı varmış… Hani bu idam işlerine bakan…
— Bostancıbaşı mı?
— Hah, tamam o işte. Bostancıbaşı, adamlarını toplayıp düşmüş Hüseyin Ağa’nın peşine… Adamcağızı tam caminin girişinde yakalamışlar. Hüseyin Ağa, karşısında bostancıbaşını görünce, yediği b… da biliyor ya, hemen yağlamış tabanları ama nereye kaçıyorsun? Cellatlar üç adımda yetişmişler ağaya ve bir kılıç darbesiyle zavallı adamın kellesini gövdesinden ayırmışlar. Fakat darbenin hızıyla baş öne doğru savrularak, hâlâ koşmakta olan adamcağızın kucağına düşüvermiş. Kucağında başıyla birkaç adım daha attıktan sonra olduğu yere yığılmış Hüseyin Ağa. İşte o günden sonra adı Kesik Baş Hüseyin Ağa olmuş…
Hâlâ gözlerini kırmızı ışıkla aydınlanan türbeden alamamıştı.
— Benim anlamadığım, suç işlediği için başı kesilen bir adamın neden türbesini yaparlar?
— Anlamayacak bir şey yok Ali’cim. Adam suçunun bedeli canıyla ödemiş. Öte yandan bu kiliseyi cami-ye çevirerek Müslüman cemaati için hayırlı bir iş yapmış, bunun ödülü olarak da hizmete açtığı ibadethanenin bahçesine gömülmüş. Yani ortada ne alacak kalmış, ne de verecek.

— Doğru valla… Ne alacak kalmış, ne de verecek… Sessizce gülerek bana döndü:
— Bizim Osmanlılar da acayip adamlarmış. Birden toparlanarak bakışlarını yola dikti:
— Bakın, bakın Başkomiserim!
Gösterdiği yöne döndüm. Çatladıkapı yönünden sokağa giren beyaz bir minibüs ağır ağır evin önüne yaklaşıyordu. Yoksa yanılmış mıydım, yoksa katiller bütün olan bitene rağmen bu gece de birilerini öldürmeyi mi hedeflemişlerdi. Aklımdan bunlar geçerken evin pencerelerinden birinin açıldığını fark ettim. Biri dışarı bakıyordu, ışık arkadan vurduğu için yüzünü göremiyorduk. Pencereden sarkan şahıs minibüsü görünce bir el işareti yaptıktan sonra geri çekilerek odaya döndü.
— Neler oluyor?
Benim gibi pürdikkat kesilmişti yardımcım:
— Yeni kurban mı yoksa?
— Dur dur, acele etmeyelim Ali… Bakalım minibüs ne yapacak?
Minibüs evin bulunduğu binanın önüne gelince durdu, aynı anda salondaki ışık söndü. Gözlerimizi evin kapısına dikerek beklemeye koyulduk. Ama evden önce minibüsün kapısı açıldı. İSD’ye gittiğimizde karşılaştığımız kızıl saçlı, gençten adam çıktı dışarı. Gizli saklı bir iş çeviriyormuş gibi kuşkulu hareketlerle sokağın girişine ve çıkışına göz attı. Etrafın sakin olduğuna kanaat getirdikten sonra, o da bizim gibi bütün ilgisini evin kapısına yoğunlaştırdı. Çok beklemedik, evin kapısı açıldı. Küçük bir topluluk gözümüze çarptı önce. Sanki birbirlerine yapışmışlar gibi yürüyen birkaç kişi. Öndekiler merdivenlerden inmeye başlayınca manzara belirginleştik. Üç kişiydiler, ellerinin üzerinde bir şey taşıyorlardı. Merdiven gölgede kaldığı için hâlâ tam olarak seçemiyorduk.
— Bu da ne?
Daha iyi göreceğim diye burnunu neredeyse arabasının ön canıma yapıştıracaktı Ali.
— Halıya benziyor…
Ya da rulo hâline getirilmiş uzunca bir kumaş parçasına ama gecenin bir yarısı bu kadar insan bir halıyı nereye götürüyordu? Minibüsün sürücüsü, şu kızıl saçlı gencin tedirgin hâline ne diyecektik?
— Halıya sarmışlar galiba adamı?
Eli kendiliğinden silahına uzanmıştı Ali’nin:
— Ne derseniz Başkomiserim, alalım mı artık şunları?
— Daha değil… Emin olmamız lazım. Eğer suçüstü yapacaksak sonuna kadar beklemeliyiz.