Şair ve Şiir Arasındaki İlişki

ŞAİR ve ŞİİRİ ARASINDAKİ İLİŞKİ
Hiçbir sanat eserini sanatçısından bağımsız düşünemediğimiz gibi şiir ile onu ortaya koyan şair arasında da elbette birçok yönden ilişki kurulabilir. Ancak bu ilişkilerin niteliğini ve ne tür ilişkiler olduğunu açıklamak gerektiğinde konunun bazı tartışılabilir yanları olduğunu görebiliriz.

Bir Ozanın Şiiri Yaşamına Ayna Tatar mı?
Şairin, şiirinde çizdiği dünya ile gerçek dünyası; şiirindeki ben’le gerçek ben’i arasında nasıl bir kan bağı vardır?” Yaşamla yaratının bir bütün olduğu, birbirinden ayrı düşünülemeyeceği düşüncesinden hareket ederek şairin şiirlerinde gerçek yaşam serüvenini görmeye çalıştığımız ve eserlerine bakarak şairin kişiliği hakkında sonuçlar çıkardığımız çok olur. Peki, bu sonuçlara ne kadar güvenebiliriz?

Örneğin Attila İlhan’ın:
ben yeşil bir su içtim onsekiz
emirgânda içtim temmuzda bütün
Karadeniz akıyordu rüzgâr
çözülmüştü ay yoktu işte ben klor
içtim onsekiz bıyıklarımdan
damlata damlata

büyük rezilliğimizi içtim
dizeleriyle başlayan “Yorgun Serüvenci” şiirini yorumlayan bir eleştirmenimiz, Attila İlhan’ın kendisini üçüncü şahıs vasıtasıyla anlatan bir “ben” şairi olduğunu söyledikten sonra onun aşırı derecede içkiye düşkün bir kişi olduğu sonucuna varmıştır. Attila İlhan ise : “Yok böyle bir şey. Türk Şiiri’nin en kuru ozanlarından biriyim ben. Aram içkiyle de, cıgarayla da iyi değil.” diyerek bu değerlendirmenin doğru olmadığını belirtmiştir.

Her ne kadar bu konudaki düşüncelerini “Şiir, yalanı bağışlamayan kıskanç bir kadındır.” sözüyle bir özdeyiş güzelliğinde özetleyen şairler olsa da bu görüşün tam tersini savunanlar da olmuştur.

Nitekim Fuzuli:

Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefa var
Aldanma ki şair sözü elbette yalandır

dizeleriyle şair sözünün gerçek yaşamdan kaynaklanmadığını dile getirmiş; bir bakıma, şiirin kurmaca olduğu gerçeğini yüzyıllar öncesinden vurgulamıştır.
Gerçekten de bir sanat eseri olan şiirin kurmaca bir metin olduğu, göz ardı edilmemesi gereken bir özelliktir.

Öyle olmasaydı örneğin Erdem Bayazıt’ın aşağıdaki

Bu şehirden gidiyorum
Gözleri kör olmuş kırlangıçlar gibi
Gururu yıkılmış soy atlar gibi
Bu şehirden gidiyorum

dizelerini okuduktan sonra kendisine sorulacak “Ne oldu, niçin ve nereye gidiyorsun?” gibi sorular bir anlam ifade edebilirdi. Ya da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın aşağıdaki

Sen akşamlar kadar büyülü, sıcak
Rüyalarım kadar sade ve güzeldin.
Baş başa uzandık günlerce ıslak
Çimenlerinde yaz bahçelerinin

dizelerini okuduğumuzda şairin “sen” diye hitap ettiği esrarengiz sevgilinin kim olduğunu merak edip bir dedektif gibi bunu araştırabilirdik.

Elbette şiirsel gerçek, yaşanan gerçeğin kendisi olmadığı için doğrulanması gereken bir gerçek değildir. Şiir, kurmaca bir metin olduğu için şair gerçek dünyadan algıladığı öğeleri değiştirerek kendi yarattığı dünya içinde yeni ilişkiler içinde sunar; dil birimlerini gerçek dünyanın değil, kurmaca dünyanın yasalarına göre kullanır. Ancak şiirin kurmaca bir metin oluşu, onu yaratıcısından tümüyle koparır mı?

♦ Muhakkak ki şiirin öznesi olan “kurmaca ben”, şairin “gerçek ben”inden tümüyle bağımsız değildir. Örneğin Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirini kurmaca bir metin olarak okusak bile şairin hayatıyla ilişkilendirebiliriz. Şiirde Anadolu coğrafyasında üç gün boyunca at arabasıyla yapılan bir yolculuk anlatılmaktadır. Şairin hayat hikâyesini öğrendiğimizde bu yolculuğun, Faruk Nafiz Çamlıbel’in 1923 yılında öğretmen olarak atandığı Kayseri’ye gitmek üzere yaptığı yolculuk olduğunu anlayabiliriz. Bu tespitimiz, bize Han Duvarları şiirinin başarısındaki sırrı da göstermiş olur. Millî Edebiyat Dönemi’nde ve Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarında birçok şair, Anadolu’yu görüp tanımadan anlatmaya kalkıştığı için başarılı olamazken, “Han Duvarları” şairi, şiirini yaşadığı bir gerçeklik üzerinde kurgulamış, anlatımındaki içtenliği bu sayede yakalayabilmiştir.

♦ Şairin yaşamı ile şiiri arasındaki ilişkiye verilebilecek başka bir örnek Ceyhun Atuf Kansu olabilir. Önce şairin “Kızamık Ağıdı” adlı şiirinin ilk üç dörtlüğünü okuyalım:

Ben, gamlı, donuk kış güneşi,
Çıplak dallarda, sessiz dinlemiyordum.
Köyleri, yolları, dağı taşı Isıtıyor, avutuyordum.
Bir köy gördüm tâ uzaktan,
Dağlar ardında kalmış, bilmezsiniz,
Kar örtmüş, göremezsiniz karanlıktan,
Yalnızlıkta üşür üşür de çaresiz,
Ben gördüm bu köyü, damlarının altında,
Çocukları kızamuk döküyor,
Gözleri, göğüsleri, yüzleri, ah bırakılmış tarla,
Gelincikler arasından öyle masum bakıyor

Şiirde konuşan, kişileştirilen “gamlı, donuk, kış güneşi”dir. Bu kurmaca kişi, şairi temsil etmiş olabileceği gibi, kızamıktan ölen, dağlar ardında unutulup gitmiş köylerdeki çocuklar için ağıt yakabilecek bir kişi de olabilir. Yani şair bu şiiri ya kendi yaşam gerçekliğinden hareket ederek ya da tamamen hayal dünyasında yaşayarak kurgulamıştır. Ancak, Ceyhun Atuf Kansu’nun hayat hikâyesini bir parça biliyorsanız bu iki olasılıktan biri geçerliliğini kaybeder ve şairin bu şiirini besleyen asıl kaynağın, çocuk doktoru olarak çalıştığı dönemdeki yaşantıları olduğu anlaşılır.

♦Hayatı ile şiiri arasında somut ilişkiler kurabileceğimiz şairlerden biri de Cahit Külebi‘dir. 1917 yılında Tokat’ın Zile ilçesine bağlı Çeltek köyünde aslen Erzurumlu memur bir babanın oğlu olarak doğan şairin çocukluk yaşamı, üç yaşında ayrıldığı bu köyden sonra Zile, Çamlıbel ve Niksar kasabalarında geçmiştir. O yıllarda Niksar’da ortaokul, Tokat’ta lise olmadığı için orta öğrenimini yatılı olarak kaydolduğu Sivas Lisesi’nde tamamlayan şair, hayatı boyunca içinde yetiştiği bu yöreyi unutmamış; özellikle memleket temasını işlediği birçok şiirinde Anadolu’nun bu yöresindeki yaşantılarından yararlanmıştır. Aşağıdaki şiir parçalarında Cahit Külebi’nin Sivas, Tokat, Çamlıbel ve Niksar’da yaşadığı yılların izlerini açıkça görebiliriz:

Tokat’a Doğru
Çamlıbel’den Tokat’a doğru
Tozlu yolların aktığı ırmak!
Ben seni çoktan unuttum;
Sen de unuttun mu, dön geri bak.
Atların kuyruğu düğümlü,
Bir yandan yağmur yağar, ıslak;
Bir yandan hamutlar şak şak eder,
Bir yandan tekerler döner, dön geri bak.

Sivas Yollarında
Sivas yollarında geceleri
Katar katar kağnılar gider
Tekerleri meşeden.
Ağız dil vermeyen köylüler
Odun mu, tuz mu, hasta mı götürürler?
Ağır ağır kağnılar gider
Sivas yollarında geceleri.
Kamyonlar gelir geçer, kamyonlar gider
Toz duman içinde,
Şavkı vurur yollara,
Arabalar dağılır şoförler söğer,
Sivas yollarında geceleri
Katar katar kağnılar gider.

İstanbul
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar’da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.

Her Şiiri, Şairinin Hayat Hikayesiyle Açıklayamayız.
Şairinin hayatından somut çizgiler taşıyan şiirler, genellikle dış dünyaya ait izlenimleri yansıtan şiirlerdir. Birçok şiir vardır ki şairinin yaşadığı çevreyi, somut yaşam koşullarını değil, iç dünyasını dile getirir.
Örneğin Ahmet Kutsi Tecer’in “Nerdesin” şiirine bakalım:

Geceleyin bir ses böler uykumu.
İçim ürpermeyle dolar.-Nerdesin?
Arıyorum yıllar var ki ben onu,
Âşıkıyım beni çağıran sesin.
Gün olur sürüyüp beni derbeder,
Bu ses rüzgârlara karışır gider.
Gün olur peşimden yürür beraber,
Ansızın haykırır bana: — Nerdesin?
Bütün sevgileri atıp içimden, * –
Varlığımı yalnız ona verdim ben,
Elverir ki bir gün bana derinden
Ta derinden bir gün bana “Gel” desin.

Bu şiirde şair, nerede ve kimden geldiği bilinmeyen bir sesin, yaşamına egemen olduğunu anlatıyor. Onu gece yarıları uyandıran, beklenmedik zamanlarda peşinden gelen ve tam yakalanacağı anda rüzgârlara karışan bu ses, mistik bir dünyanın sembolü gibidir. Şair bütün sevgileri içinden atarak kendisini âşık olduğu bu sese vermiş; bu sesin bir gün kendisine “Gel” demesini beklemektedir. Bütünüyle iç dünyaya ait bir yaşantıyı anlatan bu şiirde, Ahmet Kutsi Tecer’in hayat hikâyesine ait herhangi bir ayrıntı göremiyoruz.

Her Şiir, Şairinin Edebî Kişiliğini Yansıtır. Her şiir, şairinin hayat hikayesiyle açıklanmayabilir; ama her şiir, şairinin edebî kişiliğini belli bir yönüyle yansıtır. Edebî kişilik, bir şairin sanatçı kimliğidir. Şiir anlayışı, bağlı olduğu gelenek, imge dünyası, dil ve anlatımı, şairin edebî kişiliğini oluşturan öğelerdir. Örneğin yukarıdaki şiirinde Ahmet Kutsi Tecer’in edebî kişiliğinin bazı yansımalarını bulabiliriz. Cumhuriyet Dönemi’nde Millî Edebiyat zevk ve anlayışını sürdüren şiir geleneğine bağlı bir şair olan Ahmet Kutsi, bu şiirinde seçtiği tema bakımından daha çok öz şiir geleneğine bağlı görünür. Şiirde hiçbir teşbih, istiare, mecaz olmaması; başka bir deyişle üsluptaki çıplaklık, onun yalınlığa verdiği önemin sonucudur. Şair, hece ölçüsüne yeni bir ses getirmiş; geleneğin kalıpları içerisinde özgünlüğü yakalayabilmiştir.

Yazınsal yaratının değeri, yaratıcısının kimlik ve kişiliğine mi bağlıdır? Böyle bir şey söylenemez elbette. Bir ozanın dürüst, erdemli, yalandan dolandan kaçınan biri olması şiirlerinin sanatsal düzeyinin üstün olmasını gerektirmez. Yazarın kişisel yaşamında, gerçek beninde gözlemlediğimiz sapkınlıklarda sanatsal yaratının değerini düşürmez. Diyelim ki ozan içkicidir, kumarcıdır, bencildir, çıkarcıdır. Onun bu yönü sanatsal yaratısının değerini düşürmez. Dahası dilde dışlaştırdığı benin, gerçek benindeki bu niteliklerle ilgisi yoktur. Şöyle söyleyeyim, şiiri gerçek yaşamına tanıklık yapmaz. Kuşkusuz yaşamı da şiirine. Sanatı, duyguların ve yaşantıların dile getirilmesi diye tanımlayan anlatımcı kuram, sanatçı ve yaratısı arasındaki bu karşıtlığı değişik nedenlere yaşlandırmaya çalışmıştır. Bunlara değinecek değilim. Düşünün ki sevdiğiniz, bağlandığınız bir ozan var. Yıllar yılı onun şiirleriyle beslenmişsiniz. Şiirin özsuyunda yıkamış sizi. Yalnızlığınızı, kimsesizliğinizi unutturmuş. Kestirmeden söyleyeyim, içinizde bir titreşim yaratmıştır, ister istemez şiiriyle ozanı bütünleştirmişsinizdir içinizde. Sizin için bir yalvaç kimliğindedir o. Kimseler için kötü şeyler düşünmez. Sıradan insana özgü tutkuların her türlüsünden sıyrılmıştır.

Gün gelir, şiirlerini tapınasıya sevdiğiniz bu ozanı yakından tanırsınız. Gündelik konuşmalarına, eylemlerine, insan ilişkilerine tanık olursunuz. Donakalırsınız birden. Gözünüzde yıllar yılı büyüttüğünüz, bir yalvaç kimliğine büründürdüğünüz ozan, şeytanın süt kardeşidir. Şiirlerinde ezimlere karşıdır; ama gerçek yaşamında ezenlerden biridir. Şiirlerinde tüm insanları sevgiyle kucakladığını söylemiştir; ama içi çıfıt çarşısıdır. Karalamadığı, çamur atmadığı kimse yok gibidir. Şiirlerinde yetingenliğin türküsünü söyler; ama gerçek yaşamda para canlısının biridir.

Yevtuçenko’nun dediği gerçeğin ayrımına varmış-sınızdır birden: Ozanınızın yaşamıyla yaratısı uyum içinde değildir. Şiirlerinde kendi portresine tam ters düşen portreler çizmiş, kendi iç dünyasından, düşünce ve duygulardan kopuk şiirler yazmıştır. Bu gerçeği ayrım-sayınca o ozan da, yaratıları da anlamını yitirmiştir sizin için. Artık eskisi gibi tat alamazsınız onun şiirlerinden.

Tasarlanan bu örneği, gerçek yaşamda değişik yönleriyle bulabiliriz. Örnek, bir başka soruyla karşı karşıya getiriyor bizi. Ozanlar neden kişiliklerinin dokusuyla çelişen yazınsal yaratımlara gidiyorlar?

Bilinçaltlarında, yüreklerinde tutkuların bataklığını taşırken neden dağların, ekeneklerin şiirlerini söylüyorlar?
Kimi kuramcılara bakılırsa, yazınsal yaratı, sanatçının gerçek kimliğini yansıtmayabilir. Bunun yerini sanatçının isteyip de olamadığı bir kimsenin kişiliği alır sanatsal yaratılarda. Başka türlü de olabilir bu. Sanatçının, arkasına gizlendiği bir maske, bir karşı kişidir belki. Yazarın kaçmak için sığınmak istediği bir yaşamın anlatımı olarak düşünülebilir.

Özel yaşamında çirkinlikler içinde yüzen bir ozanın şaşırtıcı, sarsıcı güzellikte şiirler yazması şiirin doğasına aykırı bir durum değildir. Denilecek ki çirkinliğin toprağında güzelliği çiçeklendirmek olanaklı mı? Çirkinliğin toprağından kopuyor ozan; kendinden kaçmak, özlemini çektiği bir başka evrende solumak istiyor. Şiirleri de bu kaçışın ürünü oluyor. Öyleyse bu tür ozanların şiirlerine bakılarak gerçek bir kimlik saptaması yapılamaz.

Her yazınsal yaratı kurmacasaldır demiştim Kurmacasal dünyadan yazarların, ozanların gerçek dünyasına giden yollar vardır. Kimi ozanlarda bu yol kolayca işletilebilir. Yaşamları şiirlerine, şiirleri yaşamlarına tanıklık eden ozanlardır bunlar. Kimilerindeyse kolayca işletilemez bu yol. Ruhbilimsel veriler yaslanmak, yorum üstüne yorum yapmak gerekir. Hayatları artık şiirlerine uymaz olduktan sonra da yazmaya devam edenler, olduklarından başka türlü görünmeye çalışanlardır bunlar.