Günlük Türü

Bazı kişiler, yaşadıkları ve tanık oldukları olayları; kişiler, olaylar, durumlar, mekânlar vb. ile ilgili duygu ve düşüncelerini bir deftere günü gününe not ederler. Bu tür defterlere ve bu defterlerdeki metinlere “günlük” denir. Günlükler, üzerinde yazıldığı günün tarihini taşıyan, konuşma diline yakın bir anlatımla kaleme alınan, yazarının yaşam serüveninden, kişiliğinden, duygu ve düşünce dünyasından kesitler sunan metinlerdir.

Günlükler, samimi ve inandırıcı metinlerdir. Bunun en önemli nedeni, günlüğün kişisel ve özel bir metin türü olmasıdır. Günlük tutan kişi, “İleriki zamanlarda bunları yayımlayayım, okuyucular da benim özel yaşamımı, kimselere söyleyemediğim duygu ve düşüncelerimi zamanı gelince öğrensinler.” düşüncesini taşımaz çoğunlukla. Bu nedenle de bir bakıma “Nasıl olsa yazdıklarımın tek okuyucusu ben olacağım, başka okuyucuları düşünmeme, hesaba katmama gerek yok.” diyerek başkalarına söyleyemediği birçok şeyi günlüklerine aktarır. Gerçi, günlüklerini ileriki zamanlarda yayımlamayı planlayan, baştan bunu düşünerek günlük tutan, günü gelince bu günlükleri yayımlayan yazarlar da yok değildir. Bu tutum, bir riski de beraberinde getirmektedir: Bazı okuyucular, bu tür bir günlükte anlatılanlara karşı hep kuşkuyla, hep “Acaba?”larla yaklaşacaklardır: “Acaba yazar, anlattıklarında ne kadar samimi? Yazar, günlüğünü yayımlamayacağını düşünerek hareket etseydi acaba yine aynı şeyleri mi yazardı? Yazar, günlüğünde adı geçen kişiler hakkında samimi düşüncelerini mi dile getirmiş yoksa onlara iyi görünmek ya da onları karalamak için mi bunları yazmış? Söz gelimi yazar, bir kişiyle ilgili olarak hep olumsuz ifadeler kullanmış. Belki de yazar, önceleri onunla ilgili olarak çok iyi şeyler düşünüyordu da sonra bir olay oldu, o kişiyle ters düştü, bu nedenle de yayımladığı günlükte o kişiyle ilgili olarak hep olumsuz ifadeler kullanmayı tercih etti. Kim bilir? Belki o günlüğün yayımlanmayan ya da silinen, yırtılan sayfalarının birinde o kişiyle ilgili çok olumlu ifadeler de vardı.”

Günlüğün samimi ve inandırıcı bir hava taşımasının başka bir nedeni de günü gününe tutulmasıdır. Günlüğün, günü gününe tutulan notlardan oluşması, yazarın, olayları sıcağı sıcağına yaşarken neler düşündüğünün; insanlar, mekânlar, nesneler, olaylar vb. hakkında ne tür düşüncelere sahip olduğunun okuyucular tarafından öğrenilmesine olanak sağlar. Yaşanan ya da tanık olunan olayların hemen değil de üzerlerinden çok uzun bir süre geçtikten sonra yazılmaya başlanması, oluşturulacak metnin samimiyetine ve inandırıcılığına gölge düşürebilir. Çünkü bu süre zarfında yazarın o olayla ilgili duygu ve düşünceleri değişebilecek, bu da o olayın metne ya farklı şekilde aktarılmasına ya da hiç aktarılmamasına neden olabilecektir.

Bazı kişiler yaşadıkları olayları; kişiler, olaylar, durumlar, mekânlar vb. ile ilgili duygu ve düşüncelerini günlüklerine günü gününe not ederler.” yargısından hareketle şöyle bir çıkarım yapılmamalıdır: “Bütün günlüklerde her gün için açılan bir bölüm vardır ve her yazar o günle ilgili olarak bu deftere mutlaka bir şeyler yazmak durumundadır.” Tanım cümlesindeki “günlüklerine günü gününe not ederler.” ifadesinde geçen “günü gününe” sözüyle kastedilen, “her gün” değil; günündedir. Bir günlüğe her gün yeni bir şey yazmak zorunluluğu yoktur. Ama zorunlu olan başka bir şey vardır. O da günlüğü tutan kişi için önemli sayılabilecek her olayın, bu olayların üzerinden çok uzun bir süre geçmeden, söz gelimi o gün içinde ya da ertesi gün yani gününde, sıcağı sıcağına günlüğe kaydedilmesidir.
Günlüklerde “gözlem”in önemli bir yeri vardır. Bu noktada “gözlemci kişi, nesne, mekân vb.nin fiziksel özelliklerinin gözlemlenmesiyle sınırlandırmamak gerekir. Fiziksel özelliklerin gözlemlenmesi kadar kişilerin ruh hâllerinin, mizaçlarının, yaşanan ve tanık olunan olayların kişiler üzerinde bıraktığı etki ve izlenimlerin gözlemlenmesi de son derece önemlidir günlük yazarı için. Bir yazar gözlemlerinde ne kadar başarılıysa o yazarın yazdığı günlük metinleri de o ölçüde doyurucu ve zengin olur.

Bazı günlüklerde, anlatılanların merkezinde o günlüğü tutan kişinin iç dünyası vardır. İçe dönük günlükler diye adlandırılan bu tür metinlerde, yazar, yaşadığı ya da tanık olduğu olayları bire bir anlatmak yerine, daha çok bu olayların kendisi üzerinde bıraktığı etki ve izlenimleri anlatmak yoluna gider. Günlüğünü içe dönük bir bakış açısıyla oluşturan bir yazar için asıl önemli olan, yaşanan ya da tanık olunan olayların kendisi değil, bu olayların yazarın duygu ve düşünce dünyasında yarattığı değişimler, travmalar, mutluluklar, hayal kırıklıkları vb.dir. Dışa dönük günlüklerde ise günlüğü tutanın bakışı, kendisinden çok çevresine, çevresindeki olay, kişi ve durumlara yönelmiştir. Bu tür günlüklerin yaratıcıları, kendi iç dünyalarından çok, çevrelerini, yaşadıkları zaman diliminde gerçekleşen önemli olayları ve bu olaylarda başat rol oynayan kişilerle ilgili değerlendirmelerini aktarırlar günlüklerine.

Günlük türünün en belirgin anlatım özelliklerinden biri, bu tür metinlerde “Ben bugün şunu yaptım, şunlarla görüştüm, yarın şu işimi halledeceğim.” gibi klasik cümlelere sıkça yer verilmesidir. Hatta denilebilir ki günlüklerin çok önemli bir bölümü -ki bu tür günlükler genellikle özel günlük ya da klasik günlük başlığı altında sınıflandırılır- baştan sona bu tür cümlelerden oluşur. Bazı günlüklerde ise bu tür cümlelerin yanında ancak bir düşünce yazısında rastlanabilecek cümleler de yer alır. Bazılarında ise özel günlüklerde sıkça kullanılan klasik ifadeler hiç yer almaz. Bir düşünce yazısında bulunması gereken bütün niteliklere sahip olan bu tür günlüklerin bir bölümü felsefe metinlerinden bir bölümü de gazetelerde yayımlanan fıkra, sohbet, eleştiri, makale ve denemelerden içerik ve işlev bakımından hiçbir fark taşımaz. İçeriğine göre, edebiyat günlüğü, edebiyatçı günlüğü, okuma günlüğü, eleştiri günlüğü gibi isimler alabilen bu tür günlükleri, felsefe metinlerinden ve gazete çevresinde gelişen öğretici metinlerden ayıran en önemli fark, yazıldıkları an yayımlanmayıp bir günlüğün sayfaları arasında yer almalarıdır.

]ean Paul Sartre: Bazı kişiler, uzun bir seyahate çıktıkları zaman, bir de günlük tutmaya başlarlar. Bu tür günlüklere seyahat günlüğü denir. Seyahat günlükleri, bir anlamda günlük biçiminde oluşturulmuş gezi yazılarıdır.
Kimi romanlar günlük biçiminde yazılmış metinlerin bir araya getirilmesiyle kurgulanmıştır. Bu tür eserlerin en önemlisi Jean Paul Sartre’ın ünlü romanı Bulantı‘dır.

Yaşanan ve tanık olunan olayların kritiğini yapma, bunlar üzerine kafa yorma, “Ben gün içinde böyle davranarak doğru mu yanlış mı yaptım?” endişesini taşıma, insan gerçeğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bazıları bu insani gerçeği günlük tutarak, bazıları da uyumak için başlarını yastığa koyduklarında o günle ilgili içsel değerlendirmelerde bulunarak somutlaştırır. Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde günlük tutanla tutmayan arasındaki tek farkın şu olduğu görülecektir: Günlük tutan, yaşadıklarını ve tanık olduklarını yazıya aktarır, böylece günü geldiğinde onları okuyarak kendisiyle, vicdanıyla ve tarihle yüzleşir. Günlük tutmayan ise gün sonunda birkaç dakika düşünmek ve bir içsel değerlendirme yapmakla yetinir, daha fazlasını yapmaktan kaçınır.

Günlük, günlüğü tutan kişinin yaşam serüveniyle ya da günlüğün oluşturulduğu zaman diliminin çeşitli özellikleriyle ilgili araştırmalar yapan kişiler açısından büyük önem taşır. Hele bu günlük; siyasi, askerî, edebî vb. açılardan önemli sayılabilecek bir kişinin elinden çıkmışsa ve “Bir gün bunları yayımlarım.” düşüncesiyle oluşturulmamışsa daha da büyük bir önem taşır. Çünkü böyle bir günlükte günlüğü tutan kişinin belki de kimselere söylemediği birçok bilgi, düşünce ve izlenim saklıdır.

Günlükler, anı ve otobiyografi yazarları açısından çok önemli ve değerli metinlerdir. Yaşadıkları ve tanık oldukları olayları günlüklerine günü gününe not eden kişiler, ileriki zamanlarda anılarını ya da otobiyografilerini yazmak isterlerse, onlar için en güvenilir kaynak, hiç şüphesiz kendi günlükleri olacaktır.

Yaşanan, tanık olunan olayların ve bu olaylarla ilgili izlenimlerin anlatılması üzerine kurulmuş bir günlükte en çok öyküleyici anlatımdan yararlanılır. Bu tür günlüklerde yer yer açıklayıcı anlatımdan, betimleyici anlatımdan ve söyleşmeye bağlı anlatımdan da yararlanılabilir. Ama günlük, yaşanan ve tanık olunan olayların anlatıldığı klasik bir metin olmaktan uzaklaşıp bir düşünce yazısında bulunması gereken niteliklere sahip bir metne dönüşmüşse bu durumda o günlükte açıklayıcı, kanıtlayıcı ve tartışmacı anlatım türleri de az çok kullanılmış olur. Günlüklerde dil genellikle göndergesel ve heyecana bağlı işlevlerde kullanılır.
Yayımlanma amacı güdülmeden oluşturulan günlüklerde genellikle yalın ve samimi bir anlatım göze çarpar. Bu tür metinlerde, sadece o metni yazanın anlayacağı kısaltmalara, sembollere ve çizimlere yer verildiği de olur.

GÜNLÜĞÜN TARİHSEL GELİŞİMİ
Günümüze tek parça halinde gelebilmiş bilinen en eski günlükler, Japonlar tarafından oluşturulmuştur. Çoğunlukla kadınlar tarafından oluşturulan bu günlüklerin en ünlüsü, Sarashina’ya (1009-1059) aittir. Küçük bir kız çocuğuyken günlük tutmaya başlayan Sarashina, bu tutumunu, kocasının ölümüne dek sürdürmüştür.

Batı toplumlarında günlük tutma alışkanlığının yerleşmesinde yazarların, sanatçıların ve düşünce adamlarının çok önemli katkıları olmuştur. Goethe, Hugo, Stendhal, Baudelaire, Tolstoy, Dostoyevski, Puşkin, Kafka gibi yazar, şair ve düşünürler; Batı toplumlarında günlük türünün kökleşmesini sağlayan önemli isimler arasında sayılabilir.

Türk edebiyatında Batı toplumlarındakilerine benzer özel günlüklerin tutulmaya başlanmasının çok uzun bir geçmişi yoktur. Dönemlerinin önemli olaylarını kaydeden resmi tarihçiler olan vakanüvislerin oluşturduğu metinlerle, Evliya Çelebi‘nin “Seyahat-name‘si, Yirmisekiz Çelebi Mehmet‘in “Paris Sefâretnamesi” gibi kimi metinlerde bazı olaylar günü gününe tutulan notlar şeklinde anlatılmışsa da bu eserler işlev, içerik ve oluşturulma biçimleri bakımından tam bir günlük biçiminde düzenlenmediğinden bugün anladığımız şekliyle birer “günlük” olarak değerlendirilemez.

Türkiye’de, günlük türünde yayımlanmış ilk kitap, bir seyahat günlüğüdür. Bu kitabın yazarı olan Direktör Âli Bey, Düyun-u Umumiye müfettişi olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleriyle Irak, Hindistan ve Mısır’ın çeşitli bölgelerinde 1884-1888 yılları arasında görev amaçlı seyahatler yaparken yaşadıkları, gördükleri ve izlenimleriyle ilgili bazı notlar tutmuş; bu notları daha sonra düzenleyerek Seyahat Jurnali ismiyle 1898’de yayımlamıştır. Yazar, kitabına isim verirken “jurnal” kelimesine Türkçe bir karşılık bulma yoluna gitmemiş ve “günlük” kelimesinin Fransızcadaki karşılığından yola çıkarak jurnal kelimesini kullanmayı tercih etmiştir. Kitap, günü gününe tutulan notların, bu notlarda hiçbir değişiklik yapılmadan aynen yayımlanmasıyla değil de daha sonra düzenlenerek yayımlanması nedeniyle günlükten çok anı niteliği kazanmıştır. Eser, gezilip görülen yerlerle ilgili gözlem ve izlenimler üzerine kurulduğundan gezi yazısı niteliği de taşımaktadır. Yazarın bu kitabı daha sonra Dicle’de Kelek ile Bir Yolculuk ismiyle yeniden yayımlanmıştır.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Trabzon, Erzincan, Erzurum, Kars, Ardahan, Batum vb. yerlere subay olarak inceleme gezisine çıkan Ahmet Refik Altunay’ın 1919da Kafkas Yollarında adıyla yayımlanmış gezi notları da günü gününe tutulan notlardan oluşması yönüyle bir seyahat günlüğü olarak nitelendirilebilir.

Sultan Reşat ve Vahdettin dönemlerinde sarayda başmabeyncilik yapan Dışişleri memurlarından Lütfi Simavi’nin o dönemlerde tuttuğu notlar da günlük olarak değerlendirilebilecek metinler arasındadır. Yazarın bu notları, ölümünden çok sonra Osmanlı Sarayının Son Günleri ismiyle yayımlanmıştır.

Şair Nigâr Hanımın (Nigâr binti Osman) yaklaşık yirmi defter tutan günlükleri, edebiyat tarihimiz açısından ayrı bir öneme sahiptir. Bir bölümü, Şair Nigâr Hanım’ın ölümünden yaklaşık kırk yıl sonra, 1959’da, Hayatımın Hikâyesi adıyla yayımlanan bu metinler, ülkemizde Batılı anlamda yazılmış ilk özel günlük metinleridir.

Atatürk’ün Anafartalar Savaşı sırasında tuttuğu günlüklerin bir bölümü, ölümünden sekiz yıl sonra 1943’te yayımlanmıştık Bunlar da oluşturulma tarihleri bakımından Cumhuriyet öncesi günlük metinleri arasında sayılabilir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Ömer Seyfettin, Ruşen Eşref Ünaydın, Falih Rıfkı Atay gibi yazarların günlüklerinden alınmış bazı bölümler çeşitli gazete ve kitaplarda yayımlanmışsa da bu dönemde tümüyle günlük metinlerinden oluşan kitaplar yayımlanmamıştır. Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatında tümü günlük türünde yazılmış metinlerden oluşan ilk kitaplar, Salah Birsel ve Nurullah Ataç tarafından yazılmıştır.

GÜNLÜKLERİ YAYIMLANMIŞ ÖNEMLİ ŞAHSİYETLER
Adalet Ağaoğlu Damla Damla Günler
Ahmet Oktay Gece Defteri
Cahit Zarifoğlu Yaşamak
Cemal Süreya Günler
Cemil Meriç Jurnal
Enis Batur Pasaport Damgaları
Hasan Akarsu Kalan İzler
Hilmi Yavuz Geçmiş Yaz Defterleri
Hülya Soyşekerci Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar
ilhan Berk El Yazılarına Vuruyor Güneş
Küçük İskender Cangüncem
Melih Cevdet Anday Bir Defterden
Memet Fuat Ölünceye Kadar
Mustafa Ruhi Şirin Hayat Gibi
Muzaffer Buyrukçu Dünden Bugüne
Nuri Pakdil Derviş Hüneri
Nurullah Ataç Günce
Oğuz Atay Günlük
Orhan Burian Günlük
Orhan Kemal Yazmak Doludizgin
Oktay Akbal Anılarda Görmek
Geçmişin Kuşları
Yeryüzü Korkusu
Salah Birsel Kuşları Örtünmek (Hacivat Günlüğü)
Yanlış Parmak
Nezleli Karga
Bay Sessizlik
Aynalar Günlüğü
Yaşlılık Günlüğü
Tomris Uyar Gündökümü-Bir Uyumsuzun Notları

İntemet’in yaygınlaşmasıyla birlikte kişiler, özellikle bloglar, kişisel siteler ve sosyal medya aracılığıyla gün içinde neler yaptıklarını bir deftere yazar gibi bu sitelerdeki ilgili bölümlere yazmakta, böylelikle de milyonlarca kişinin bu metinleri istedikleri zaman okumalarına olanak sağlamaktadırlar. Çoğunlukla görsel ve işitsel verilerle zenginleştirilebilirle olanağına da sahip olan bu sayfalar hakkında başkalarının da yorum yazma olanağının bulunması, bir çeşit günlük sayılabilecek bu sayfaları birer interaktif metne dönüştürmektedir. Bu durum, internet ortamında oluşturulan günlükleri, alışılagelmiş günlük metinlerinden ayıran önemli farklardan biridir.

Günlük Örnekleri

Günlük Örneği – 1

1302 Rûmî yılı (1886-7) mart ayının birinci cumartesi günü “Hille“ye doğru Bağdat’tan ayrıldım. Hille yolu Kerbela’ya gider iken geçtiğim Müseyyib yolu, Müseyyib’e varmaksızın “İskenderiye Hanından sol tarafa ayrılır.

Akşamı İskenderiyye Hanı’na vararak gece orada kaldım. Bu kez yattığım oda yarasa kuşlarıyla dolu idi. Sekiz on tanesi birden odanın içinde dolaşıp yüzüme gözüme çarpmaya başladı. Bunları odadan dışarıya kovalayıp girip çıktıkları deliklere gazete ve bez parçaları tıkayıncaya kadar başıma gelmedik hâl kalmadı. Yarasa belasına nihayet verdikten sonra yattım ise de bu bölge mart başında mayıs gibi sıcak olduğu için birtakım sürüngenler ve böcekler ayaklandığından binanın içinden kurbağa ve yılan sesleri geldi ve duvarlarda türlü böcekler gezinmeye başladı. Sonuçta Nuh Peygamberin gemisine benzeyen bu odada uyumak kabil (mümkün) olmadı. Ertesi gün oradan hareket edip üç saat gittikten sonra yol üstünde çadır altında kahvaltı edip iki saat daha ilerde “Muhâvel HanT’na gelerek biraz dinlendim. İskenderiyye Hanı’ndan Muhâvel Hanı’na kadar beş, Muhâvel’den Hille’ye kadar üç saatlik yol vardır.
Bir müdürlük (bucak) merkezi olan Muhâvel, yoldan bir saat içerde sol tarafta kalır. Muhâvel Hanı’ndan Hille’ye giderken Babil yıkıntısı yolun sol ta-rafındadır. Hille’ye girmezden önce bu öreni görmek için o tarafa döndümse de ekili toprakları sulayan arklardan geçilemedi. Yine caddeye dönüp ikindiden sonra Hille’ye vardım.

Hille, Fırat Nehri üstünde önemli bir mutasarrıflıktır. Hille kenti, nehrin iki kıyısına bölünmüş olduğundan ara yerde ahşap bir köprü vardır. Birkaç yıldan beri, Fırat’ın suyu üst tarafta, yani Müseyyib’in biraz aşağısında “Hindiye” ve “Kûfa” taraflarına giden kanala dönerek yatağını değiştirdiği için Hille’nin önünden geçen asıl yatağında pek az su kaldığından pek çok hurmalık kurumaya yüz tutmuş ve halk göç etmeye yönelince suyu eski yoluna çevirmek için hükümet tarafından altmış bin lira harcanarak bir set yapımına girişilmiştir.

(Âli Bey, Seyahat Jurnali-Dicle’de Kelek ile Bir Yolculuk, hzl. Cahit Kayra)

Günlük Örneği 2:

20 Ağustos 1325 (12.9.1909)
… Bursa’ya muvasalatımızın (varışımızın) ertesi sabahı erkence nezd-i şahaneye (padişahın yanına) celp buyruldum (çağrıldım). Birincisi Hüseyin Hilmi Paşa’ya ve diğer ikisi Arif Hikmet Paşa ve Abdurrahman Şeref Efendi’ye verilmek üzere slkke-i cedide (yeni para) ile dolu üç adet atlas kese vererek bunları taraf-ı şahanelerinden zevât-ı muşârün-ileyhine (adı geçen zatlara) götürmekliğimi emrettiler. Sadrazama para verilmeyi aklım-ca muvafık bulmadığımdan müşarün-ileyhe yeni sikkeden küçük bir kolleksiyon ihsan buyrulursa daha münasip olacağını hâtıra kabilinden olarak arz ettiğimde şevket-maâb tebessüm ederek “Siz Avrupa’da çok kaldığınızdan bu gibi şeyleri çirkin görürsünüz. Memleketimizde para daima memnuniyetle kabul olunur.” buyurdular.
(Türk Dili Günlük Özel Sayısı, Türk Dil Kurumu Yayınları)

Günlük Örneği 3:

Kânunuevvel (Aralık) 1905

Yazmak benim için büyük bir teselli idi, hem teselli, hem mükâfat. On beş seneyi geçen bir müddetten beri matbuat (basın) âleminde bulunduğum için gerek yurt içi, gerekse yurt dışı gazetelerinin hakkımda neşrettikleri (yayımladıkları) makalelere lâkayıt (ilgisiz) kalmadım; bunlardan müteselli ve müftehir oldum (bunlarla avundum ve övündüm). Fakat her şeyi yıkan zaman, yok edemediği duyguları ve alışkanlıkları da hiç olmazsa yıpratıyor. Başlangıçta her gün, sonraları haftada yahut ayda bir defa can attığım, dert döktüğüm şu deftere artık aylar geçiyor da el sürmüyorum. Hayatta küskünlüğüm beni sanki ölüm sessizliği içinde yaşar gibi bulunduruyor. Görünüşte kimseye dargın değilim fakat ruhumu derin bir acılık kaplıyor.

19.10.1916
Şu yalnızlığımda, afiyetsizliğimden ileri gelen mahrumiyetler beni şikâyete mecbur ettikçe çocuklarımın sıhhat ve saadetine dua ile teselli bulurum. Silahı yalnız uzaktan gören, kalemden başka bir şey tutmayan gençler birdenbire nasıl asker olurlar Yarabbi? Bir mucize yarat da bu harp artık bitsin, insanlık işkenceden, anneler de kâbustan kurtulsun. Bana, çocuklarımın acısını gösterme; bütün çektiklerimin mükâfatı bu olsun Yarabbi!

31.10.1917
İleride, bu satırlar bir kimsenin gözüne değerse, defterin güzelliğine şaşılmasın! Onu, bugün Mahmut-paşa’dan satın aldım, ama az kaldı canım pahasına. Aman Yarabbi! İstanbul’umuza böyle ne oldu? Kalabalıktan tramvaylara girmek kabil değil ki! Toptan gülle çıkar gibi zorla bir vagona attım kendimi. Bu, tramvaya girmek değil, ezilmek, üst baş parçalamak. Ne oldu halkımıza Yarabbi? Bu her yeri dolduran kifayetsiz, kaba, kötü dilli insan kalabalığı nereden geldi? Evde yalnızlığıma, sokakta bu kalabalığa dayanamıyorum, ağlayacak hâle geliyorum. İşte böyle, avunmak için, avare bir kuş gibi çırpmıyorum. Şu defterle de dertleşmesem çıldıracağım.

8.11.1917
Üçte kendimi evden dışarı attım, dayanılmaz bir kalabalık arasında Üsküdar’a eriştim. Şehzade Abdülmecit Efendi’ye hafta içinde takdim ettiğim ariza-ya (mektuba) karşılık, taraflarından iskelede bir ağa bekliyordu. Arabayla Çamlıca’ya çıktık. Vasıta yokluğundan epey zamandan beri ziyaretlerinde bulunamamıştım. İltifatlarına mazhar oldum. Gerek yemek esnasında, gerekse salonda gece yarısına kadar pek hoş vakit geçti.
Ertesi gün dönmek niyetindeydim, bırakmadılar ve onu takip eden iki gün de. Prensle Hanımefendi “Bir akşam da benim için!” iltifatlarıyla pazar gününe kadar alıkoydular. O güzel sanatlar muhitinde kendimi, acılarımı unuttum. Ah! Ne yazık ki rüya kadar çabuk geçti. Her gece, Prensin kıymetli tabloları arasında, piyano, çifte keman, çifte alto, iki viyolonselden ibaret musiki heyetini dinleyerek -ki sanatkârları, Prens ile refikası ve nöbetle altı kalfadan müteşekkildir- ruhanî bir coşkunluk içinde vakit geçirdim. Bazen ben de çaldım, okudum. Hanımefendinin hemşiresiyle Talha Ağa da güzel sesleriyle ahenge katıldılar. Dört gün ve dört gece bu suretle geçti. Perhiz yemekleri de nefisti.

8.12.1917
Dışarıdan almak mümkün olmadığı için Harbiye Nezaretinden mektupla istemiş bulunduğum on okka pirinci bugün getirdiler. Enver Paşa’ya mektubumda “Memleketimize elli yıl hizmet etmiş, iki defa gazi olmuş bir askerin kızıyım. Açlıktan kıvranmama razı olmazsanız başlıca gıdamı teşkil eden pirinçle sair erzakın, hazineye mal olduğu fiyatla verilmesinin emrini” rica etmiştim. Pirinçle diğer erzak bedeli olarak da ayrıca elli lira gönderilmiş. Paşanın ricamı kabul etmesinden mütehassis oldum (duygulandım), babamın ruhunu da tekrar takdis ettim (kutsadım). Teessürüm müsait olsaydı sevincimden pirinci öpecektim.

(Türk Dili Günlük Özel Sayısı, Türk Dil Kurumu Yayınları)