Martın Eden Özeti – Jack London

Martın Eden – Jack London kısa özeti konusu teması ne anlatılıyor mesajı nedir kişileri kahramanları özellikleri mekan zaman kaç sayfa kaç yaş için uyundur kime aittir yazarı kimdir Martın Eden sonu nasıl bitiyor olay örgüsü ödevi proje

Martın Eden Konusu:

20. yüzyılın başlarında Oakland’da yaşayan roman kahramanı Martin Eden, kendini sürekli geliştirme ve eğitmeye dönük arzusuyla okumuş, seçkin, zegnin  topluluk arasına girmeye ve işçi sınıfının yaşam koşullarından  kurtulmaya çalışmaktadır. Bu arzusu harekete geçiren şey ise bir burjuva ailesinden olan Ruth Morse’a olan büyük aşkıdır.

Martın Eden Kısa Özeti:

Jack London’ın, kendi yaşamından ipuçları taşıyan eseri Martin Eden, denizci bir gencin onurundan taviz vermeden sınıf atlama gayretini konu edinir. Varlıklı bir ailenin kızına âşık olan Martin Eden, ona ulaşabilmek için kendini bilime ve ünlü bir yazar olma hayaline adar; bu hayal uğruna takıntılı denilebilecek bir biçimde her şeyini ortaya koyar.

Edebiyat tarihinin kuşkusuz en orijinal karakterlerinden biri olan Martin Eden, azmi ve zekâsıyla sadece işçi sınıfını değil girmeye  çalıştığı burjuva dünyasını da aşar. Böylece maskelerin ardında yatanı görür, toplumun gerçek yüzünü kavrar. Sonuçta her iki sınıfa da ait olamamanın yorgunluğu, yazarlık yolculuğunda çektiği fiziksel ve ruhsal sıkıntılar da eklenince Martin, derin bir yalnızlığa kapılır. Başarı sürecinin haşinliğinin sonunda başarının tatminsizliğiyle karşı karşıya kalır.

Jack London’ın başyapıtı olan bu trajik roman, okurlarını tıpkı Martin’in hayatı gibi macera dolu bir yolculuğa çıkarıyor.

Martın Eden Geniş Özeti:

Martın Eden: Jack London, kendi hayatının yarısını yazmış bu romanında. Evlilik dışı bir ilişkiden doğan yazar üvey babasının soyadını aldı. Annesi yıldız falı bakardı. Kalabalık üvey kardeşlerine de bakmak için 11 yaşında çalışmaya başladı yazar. Gazete satıcılığı, ruh çağırma toplantılarında yardımcılık, 15 yaşında fok avcılığı için gemicilik yaptı, başıboş gezdi, içkiye alıştı, serserilikler yaptı, sokak gösterilerine karıştı, hapse girdi, çamaşırcıda çalıştı. Altın arama işi için Alaska’ya gitti. Düzgün bir öğrenim görmedi, kendi kendisini yetiştirdi. Üniversiteye başladı; ancak parasızlıktan okuyamadı. Yazar olmak istenciyle edebiyata yöneldi. Zamanındaki dergilerin tamamına öyküler, anlatılar gönderdi. Sayısı elliyi bulan eser yazdı. Kırk yaşında intihar etti. Nasıl öleceğini Martın Eden’de yazdı; ancak kitabın sonunu değiştirdi…

Martin Eden, denizcidir. Sokak kavgasında yardım ettiği genç, nezaketen Martın’i zengin, gösterişli ailesine yemeğe götürür. Gencin kardeşi Ruth’a âşık olan Martın, kişiliğinden ödün vermeden aşkı uğruna kendisini yetiştirip sevgilisinin sınıfına atlama mücadelesi verir. Ruth’un ailesi Martın’ı istememektedir, zamanla Ruth da Martın’e âşık olur; ama geçim derdi Martın’in peşini yıllarca bırakmaz. Yazar olup ünlenmek isteyen kahramanımız çok çile çeker, binlerce kitap okur. Artık yazmak ister; fakat talihsizlikler devam eder. Eserleri para etmez. Azmeder, sabreder, takıntılı kişiliği açlığa dayanır; ama Ruth’u yıllar sonra aşkıyla kaybeder. Kısa zaman sonra yazdıkları değerini bulsa da hastalıklı bir yalnızlığa sürüklenir. Artık her şey anlamını yitirmiştir. Kendini, işçi-burjuva sınıfını, zekâsı, çalışkanlığı, sabrıyla aşan, sınıf atlayan Martın’e Ruth dönmek ister. Aşk anlamını yitirmiştir artık. Zamanında gelmeyen aşk, başarısının kendisini tatmin etmemesi, paranın içindeki değeri karşılayamaması Martın’i intihara sürükler.

Altlarını çizdiklerimden:
Kitaplar haklıymış!
Yoksulluk, yoksul olmayan bazıları için, varoluşun iyi olmadığı durumu simgeleyen bir sözcüktür.

Aşk yargıların üstündeydi.

”Bırakın kanım kaynayarak geçsin ömrüm!
İçip hayal şarabını yatayım sarhoş!
Görmesin şu çamurdan ruh evini gözüm
Tozun içinde devrilmiş bir mabet,bomboş!”

O haritasız ve dümensizdi ve gidecek hiçbir limanı yoktu.

Onun bedeni ruhunun kıyafeti olmaktan daha da fazla bir şeydi.

Onun içindeki devrimin itici gücü aşk olmuştu; onun kaba bir denizciden bir öğrenciye ve bir sanatçıya dönüştürmüştü.

Bu acı ölüm değildi, sersemlemiş bilincinde bocalayarak dolaşan düşünceydi. Ölüm acı vermezdi.

Hayattı, hayatın sancısıydı bu feci, bu insanı yasa boğan his.

Bir kadının yüzüne bakıp sarhoş olacağımı hiç sanmazdım.

Mektup okuyan arkadaşına bakarken masanın üstündeki kitapları gördü. Açlıktan ölen bir adamın gözleri, yiyecek gördüğünde nasıl arzuyla dolarsa, öyle bir arzu belirdi gözlerinde.

Aklın aşkla hiçbir ilgisi yoktu. Sevdiği kadının doğru ya da yanlış akıl yürütmesi hiç fark etmiyordu. Aşk aklın üzerindeydi.

Görmek hoşuma gidiyor, daha fazlasını görmek, daha farklı görmek istiyorum.

Kız, adeta delikanlının hayal gücüne kanat takmıştı.

Yazmak, dağınık düşünce dizilerini bir araya getirerek ve zihne yüklenen tüm verileri nihai bir genellemeye tabi tutarak yapılan uzun bir zihinsel sürecin doruk noktasıydı.

Bir zamanlar öylesine saftım ki; yüksek mevkilerde oturan, iyi evlerde yaşayan, öğrenim görmüş ve bankalarda hesapları olan insanları saygı değer kimseler sanırdım.

Bana gelince; neden sosyalist olduğumu merak ediyorsun. Söyleyeyim. Çünkü sosyalizm kaçınılmazdır; çünkü bu kokuşmuş ve akıl dışı sistem böyle devam edemez; çünkü at sırtında gezen despotların devri geçti. Köleler buna katlanmayacaktır. Sayıları çok fazla ve onu daha at sırtına çıkamadan alaşağı ederler. Onlardan kurtuluş yok; köle ahlakını sineye çekmek zorunda kalacaksın. Hoş bir durum değil.

Dediğim gibi; ben bireyciyim, bireycilik ise sosyalizmin geçmiş ve gelecek düşmanıdır.

Gelmekte olan düş kırıklığı zamanında seni koruyacak tek şey olur.

Her zaman ötelerden bir şeyin çağrısını duymuş ve onu arayarak yaşamın içinde dolaşıp durmuştu; İç dünyasının aynasına, boydan boya bir kara perde gerilmişti. Kitapları, sanatı ve aşkı bulana kadar.
İç dünyasının aynasına, boydan boya bir kara perde gerilmişti.

Dünyanın asıl devleri yazan insanlardı…..

Ölülerin ölü kalmasını isterdim.

Dünya öyle kurulmuş ki mutluluk için maddiyat gerekiyor.

Aşk acı veriyordu ve iradesini ezip geçti.

Kitaplarla, tablolarla güzel şeylerle dolu, insanların alçak sesle konuştuğu, temiz olduğu, düşüncelerin temiz olduğu bir yer havası solumak istiyorum.

Ayrılıklar insan ruhunda bıraktığı acı ile anılır.

Bazen bana öyle geliyor ki bütün dünya, bütün hayat, her şey içimde duruyor ve sözcüsü olmam için feryat ediyor. Hissediyorum… ama anlatamıyorum.

Kitaplar okudun ve okudukça yalnızlaştın. Bu gece sana kitap okuyan başka insanlar göstereceğim, böylece artık yalnız olmayacaksın.

Aşk inanmaktır aynı zamanda. Sevgiline gönlünü verdiğin gibi ruhunu da vermektir. Gerekirse benliğini teslim etmektir. Ruhundan ruh, gücünden güç katmaktır. Hayata gücün oranında hazırlanmaktır.”

Bir adamın karnını kim doyuruyorsa onun efendisi odur.
Ufkunun sınırları, onun kendi sınırlarıydı ve sınırlı kafalar sınırları yalnızca başkalarında görebilirdi.

İnsan zayıfladıkça acıya daha az duyarlıdır. Daha az acı vardır çünkü acıtacak daha az kalmıştır.

Elleri ve gözleri yalan söyleyemez.

Aşk, dünyaya sözcüklerden önce gelmiş.

Hizmet edilecek biricik efendi, güzelliktir. Güzelliğe hizmet et ve bırak toplumun Allah belasını versin.

Yaşanmış günler yaşanacak günlerin içinde erir, saatlerin günün içinde, haftaların ayların içinde eridiği gibi. Harcanmış günlerden insana kalan yalnızca yaşadıklarıdır. Bu yaşadıkları kayda değerse onun ruhunda, belleğinde unutulmaz izler bırakır. Günler aynı tonda geçiyorsa hayat çekilmez olmaya başlayacaktır.

Daha fazla okumayalım artık. Kitap okunamayacak kadar güzel bir gün…

Ucuz bira nasıl tatsız geldiyse, bu insanların arkadaşlıkları da yavan geliyordu ona. Onların çok ötesindeydi. Aralarında bilmem kaç bin tane kitap açılmış duruyordu.