İslam Uygarlığı Çerçevesinde Gelişen Türk Edebiyatı

İslamiyet Etkisinde  Gelişen Türk Edebiyatı

Halk edebiyatı, halk arasında gelişen ve büyük ölçüde İslamiyet’ten önceki sözlü edebiyat geleneğini sürdüren edebiyattır.
Âşık edebiyatı, tekke edebiyatı ve anonim halk edebiyatı olmak üzere üç kolda gelişmiştir.
Yaratıcıları, okumamış, belli bir eğitim ve öğretimden geçmemiş halk tabakasından kişilerdir.
Halkın yaşam gerçeklerinden kaynaklanan bu edebiyat, konu alanı, düşünce örgüsü ve duygusal yapısıyla halk yaşamının aynası olmuştur.

Aşk, doğa sevgisi, özlem, güzellik, yiğitlik, ayrılık, gurbet, ölüm, zamandan yakınma, din ve tasavvuf başlıca temalardır. Savaşlar; kıtlık, salgın hastalık, sel baskını, deprem, yangın gibi doğal afetler ise halk edebiyatının konu haritasını oluşturan sosyal olaylardır. Bu temaların işlenişinde gerçek yaşama bağlı kalınmış, somut yaşantılar yansıtılmıştır.

Açık, akıcı, yalın, içten bir anlatım; temiz bir halk Türkçesi kullanılmakla birlikte divan edebiyatının etkisiyle Arapça-Farsça sözcük ve tamlamalara yer verildiği de olmuştur.

“Mazmun” adı verilen kalıplaşmış sözlerden, söz sanatlarından yararlanılmış; söyleyiş güzelliğine, ahenge önem verilmiştir.
Büyük ölçüde doğaçlama yoluyla oluşturulan ve sözlü olarak gelişen bu edebiyatın ürünleri “cönk” adı verilen defterlerden ya da yakın zamanlar içinde kaynak kişilerden derlenmiş ve yazıya geçirilmiştir. Bu arada birçok ürünün kaybolmuş ve yazıya geçirilemeden unutulmuş olduğu güçlü bir ihtimaldir.

Aşağıdaki şiir, İslamiyet Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı Dönemi’nde, 13. yüzyılda Anadolu’da oluşturulmuştur. Bu dönemde Anadolu’da, siyasi, ekonomik, kültürel, askerî ve sosyal birçok sorun vardı. Bu sorunlar karşısında halkı bir arada tutan, Anadolu’yu vatan, Anadolu’da yaşayanları da birbirine kardeş yapan tek gerçeklik, İslamiyet ve tasavvuftu. Tasavvuf merkezli yaşam tarzı, geniş halk kitlelerinin en önemli ortak noktasıydı. Bu bağlamda tasavvufun, dönemin zihniyetini belirleyen ve besleyen en önemli gerçeklik olduğu söylenebilir. Bu durum, söz konusu dönemde oluşturulan edebî metinlere de yansımıştır. 13. yüzyılda oluşturulan edebî metinlerde, dönemin zihniyetinin etkisiyle tasavvufi temalar ele alınmış; bu temalar tasavvufun amacına uygun şekilde herkesin anlayabileceği bir dille ortaya konmuştur. Yani zihniyet, sadece belli bir temayı ön plana çıkarmakla kalmamış, bu temanın nasıl bir duygu atmosferinde, nasıl bir dille işleneceğini de belirlemiştir. Bu, zorlama bir durum olarak değerlendirilmemelidir. Halk, bu gerçekliği yaşadığı ve benimsediği için edebî metinler de bu gerçeklerle uyumlu olacak şekilde oluşturulmuştur. Tasavvuf, bir bakıma o günün modasıdır, o dönemin yaşam tarzıdır. Edebiyatçının bunu görmemesi, tasavvuf değerlerinin uzağında kalması, olağan bir durum değildir. Edebiyatçının, halkın içinde bulunduğu bu gerçeklere, bu gerçeklerin belirlediği duygu, anlayış ve zevklere, yani dönemin zihniyetine yabancı kalması durumunda halk da onun yazdıklarını ve söylediklerini güzel ve değerli bulmayacak, beğenmeyecektir.

İslamiyet’e ve tasavvufa gönülden bağlı bir şair olan Yunus Emre, şiirlerini dönemin zihniyetine uygun biçimde oluşturmuştur. Kitle iletişim araç-larının olmadığı, çok az kişinin okuma yazma bildiği bir dönemde sözlü gelenek içinde ortaya konan bu şiirde Yunus Emre, Allah aşkını tadan biri olarak ona kavuşma isteğini dile getirmekte, bu yolda cennet nimetlerinden bile vazgeçtiğini ifade etmektedir. Yunus’un bu şiirini tüm yönleriyle anlayabilmek için, şiirin oluşturulduğu dönemin zihniyet dünyasını belirleyen en önemi unsur olan tasavvuf hakkında bilgi sahibi olmakta fayda vardır.

Tasavvuf, kişinin içsel dönüşüm geçirerek Allah’a ulaşmasını amaçlayan bir hissediş, düşünüş ve yaşayış sistemidir. Tasavvufu benimseyen kişilere genel olarak mutasavvıf (sûfî) denir. Tasavvuf, kitaptan okumayla ya da birisinden duymayla değil de ancak yaşamayla anlaşılabilecek manevi bir hâldir. Bu anlamda mutasavvıflar tasavvuf için “Tatmayan bilmez.” demişlerdir.

Tasavvuf, kâinatı vahdet-i vücût (tek varlık, varlığın birliği) görüşüyle açıklar. Vahdet-i vücut görüşüne göre, kâinatta bilinen ve bilinmeyen her ne varsa ayrı ayrı varlıklar değildir. Bunlar aslında “tek”tir, “tek”ten yaratılmış olup yine o “tek”e döneceklerdir. Bir ve tek olan varlık ise Allah’tır. Bütün varlıklar, Allah’ın görüntüsünden ibarettir. Sûfîler bu görüşlerini su, gölge, dalga ve ayna benzetmeleriyle açıklarlar. Bunlardan ayna benzetmesine göre, her tarafı aynalarla kaplı bir odaya bir varlık girdiğinde nasıl ki o aynalarda binlerce varlık görünürse; tek varlık olan Allah da yokluk âlemi olan yaşadığımız dünyada bütün sıfatlarıyla tecelli etmiş, başka bir deyişle görünür olmuştur. Bunun sonucunda aynadaki görüntüler gibi bu dünyadaki varlıklar oluşmuştur. Bir gün tecelli sahibi görünmemek dilerse, bu varlıklar da yok olacaktır. Buna göre asıl varlık, baki; gölge varlıklar ise, fânidir.

Sûfîler, fâni âlemde yaşarlarken baki âlemdeki asıl varlığa ulaşmaya çalışırlar. Tasavvufta bu asıl varlığa yani Allah’a ulaşıp onda yok olmaya fenafiilah; asıl varlığa ulaşmak için yapılan manevi yolculuğa sülük, yolcuya da sâlik denmiştir. Tasavvufa göre bu yolculuğa ancak bir rehber (mürşit, şeyh) yardımıyla çıkılabilir. Sâlik, rehberin yardımıyla, beş duyu organının keşfedemediği ilâhî sırları, sezgi gücüyle keşfe başlar. Buna irfan denir. Mutasavvıflara göre, Allah, ilimle değil, irfanla bilinir, irfanın kaynağı ise kalptir. Bunun için tasavvufta kalbin oldukça önemli bir yeri vardır. Sûfî şairler, tasavvuf düşüncesini anlatabilmek için günlük dildeki kelimelere farklı anlamlar yükleyerek oldukça zengin bir kavram dünyası oluşturmuşlardır.

İLAHİ
Aşkın aldı benden beni,
Bana seni gerek seni.
Ben yanarım dünü günü,
Bana seni gerek seni.

Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile avunurum,
Bana seni gerek seni.

Aşkın âşıklar öldürür,
Aşk denizine daldırır,
Tecelli ile doldurur,
Bana seni gerek seni.

Aşkın şarabından içem,
Mecnun olup dağa düşem
Sensin dünü gün endişem
Bana seni gerek seni.

Sûfilere sohbet gerek,
Ahîlere ahret gerek,
Mecnunlara Leylâ gerek,
Bana seni gerek seni.

Eğer beni öldüreler,
Külüm göğe savuralar,
Toprağım anda çağıra:
Bana seni gerek seni.

Yunus’durur benim adım,
Gün geçtikçe artar odum,
İki cihanda maksudum,
Bana seni gerek seni.

Yunus Emre
( 13 – 14 . yy. )

İslamiyet Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı Dönemi’nde toplumsal hayatta islamiyet dışında etkili olan birtakım olgular ve bunların ortaya çıkardığı birtakım farklı anlayış ve zevkler de vardı. Söz gelimi bu dönemde toplumsal, siyasi, idari, askerî, sivil, ekonomik vb. nedenlerden ötürü toplumun farkjı kesimlerinde farklı yaşam tarzları sürdürülmüştür. Bunlardan biri, hayatın merkezinde dinî ve tasavvufi değerlerin olduğu, Yunus Emre gibilerce sürdürülen yaşam biçimi; diğeri, Osmanlı’nın başkenti istanbul’da, sarayda ve saray çevresinde şekillenen yaşam biçimi, ötekisi ise taşrada, Anadolu’da, Anadolu köylerinde şekillenen yaşam biçimidir.

İslam Uygarlığı Çerçevesinde Gelişen Türk Edebiyatı döneminde her yaşam biçimi, kendi zihniyet dünyasına uygun sanat, edebiyat anlayışları ve zevkleri oluşturmuştur. Aslında bu durum, tarihin her döneminde benzer şekillerde gerçekleşmiştir. Çağlar boyunda her toplumsal kesimin kendi gerçeklerine uygun bir anlayış, zevk, beğeni ve duygu dünyası (zihniyeti) oluşmuş; sanatçılarda doğal olarak içlerinden geldikleri bu dünyanın beklentilerine uygun eserler vermişlerdir. Yaşanan toplumsal, siyasi, ekonomik, bilimsel vb. gelişmelere bağlı olarak toplumun tümünün ya da önemli bir bölümünün gerçekleri değişince zihniyet de değişmiş, insanların güzel, doğru, anlamlı, olumlu buldukları durum, eser ve olgular zamanla farklı algılanır olmuştur. Söz gelimi İslamiyet Öncesi Türk Edebiyatı Dönemi‘nde oluşturulan ve beğenilen şiirler, günümüz dünyasında edebî bakımdan beğenilmemekte, bu nedenle de o şiirlere benzeyen şiirler yazılmamaktadır.

Aşağıdaki şiirler de Yunus Emre’nin şiiri gibi İslamiyet Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı Dönemi’nde, fakat Yunus Emre’den yaklaşık 400 yıl sonra, Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da oluşturulmuştur. Bu şiirlerle ilgili yorum ve değerlendirmelerde bulunabilmek için bu şiirlerin oluşturulduğu zaman diliminin gerçekleri ve zihniyet dünyasıyla ilgili birtakım hususları bilmekte fayda vardır.

Türkler, İslamiyet’i kabul ederek yeni bir kültür ve medeniyet ortamına girmiş, bu süreçte diğer Müslüman milletlerle (Araplar ve İranlılar) benzer yaşam biçimlerini sürdürmüş, benzer zihniyet dünyalarına, siyasi yapılara ve yönetim anlayışlarına sahip olmuşlardır. Bu bağlamda Osmanlı toplumunda, dönemindeki diğer toplumlarda olduğu gibi, saltanat merkezli bir devlet anlayışı varlığını sürdürmüş; bu süreçte saltanat merkezli devletlere özgü bir saray yaşamı oluşmuş, bu da kendi gerçeklerine uygun bir sanat ve edebiyat ortamı meydana getirmiştir. Bu dönemde padişahlar, saraylarında bilim adamlarını, âlim, şair ve bilgeleri korumuş, onlara yardımlarda bulunmuş, bu kişilerin yanlarında bulunmalarından gurur duymuşlardır.

Osmanlı padişahlarının ve devlet büyüklerinin yanlarında bulunarak yaşadıkları çağın en önemli nimet-lerine ulaşabilme fırsatı yakalayan şairler de dünyadaki bütün saraylara ve başkentlere özgü bir kuralcılık, incelik ve hayal zenginliği içinde her bakımdan saraylı bir edebiyat geleneği oluşturmuşlardır. Bu gelenek, divan edebiyatıdır.

Arap ve İran klasik edebiyatlarının etkisiyle Osmanlı sarayı çevresinde gelişen bir şiir geleneği olan divan edebiyatında Arapça ve Farsça kelimeler çokça kullanılmış, şiirler hecelerin uzunluğunakısalığına (kapalılığına-açıklığına) dayalı bir ölçü olan aruzla yazılmıştır. Biçimci ve kuralcı bir şiir geleneği olan divan edebiyatında gazel, kaside, rubai gibi nazım şekilleri kullanılmış; daha çok eğlence meclisleri, aşk ve şarap temaları işlenmiş; edebî sanatlardan da olabildiğince yararlanılmıştır.

Yaşadığı dönemin İstanbul’unu, yaşam tarzını, zevk anlayışını, eğlence ve aşk meclislerini şiirlerine konu edinen Nedîm’in aşağıdaki şiirleri, türlü açılardan şairin yaşadığı zaman diliminin ve coğrafyanın yani Lale Devri istanbul’unun zihniyet dünyasını yansıtmaktadır. Şair, şiirlerini saray çevresinde ortaya çıkmış ve gelişmiş bir yaşam tarzına ve bu yaşam tarzının oluşturduğu duygu, anlayış ve zevkler bütününe, başka bir deyişle dönemin zihniyet dünyasına uygun, bu zihniyetin beklentilerini karşılayacak biçimde oluşturmuştur.

Lale Devri, Osmanlı Devleti’nde, 1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlayıp 1730 yılındaki Patrona Halil isyanı ile sona eren dönemdir. Bu dönemin padişahı III. Ahmet, sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’dır. Zevk ve sefa devri olarak bilinen bu dönemde Avrupa ile savaş yaşanmamış, barış içinde yaşamak fikri yaygınlık kazanmış, Avrupa’yı daha iyi tanıyabilmek için Paris, Londra gibi şehirlâre elçiler gönderilmiştir.

Bu dönemde İstanbul’da Avrupa’daki örneklerine benzer birçok bina yapılmış, Boğaziçi ve Haliç kıyıları yalılar, köşkler, kasırlarla donatılmış, birçok yüksek devlet görevlisi ve halkın varlıklı kesimi buralarda eğlence dolu bir yaşam sürmeye başlamıştır. Her vesileyle düzenlenen kitlesel eğlencelerle bu yaşam biçimi giderek yaygınlaşmış, döneme adını veren çiçeğin (lale) en güzelini yetiştirmek için insanlar birbirleriyle yarışır olmuş, bu amaçla başta Hollanda olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinden ve İran’dan lale soğanları getirtilmiştir.

Fransızların ünlü Versay Sarayı’nın bahçe ve köşk planlan ile Seine Nehri’nin iki yakasındaki görkemli malikânelerin mimari çizimlerini örnek alan Damat İbrahim Paşa, benzer görüntüleri İstanbul’da gerçekleştirmek için Kâğıthane Deresi’nin iki yakasını yüz elli kişi arasında paylaştırmış, buralara sahip olanlarda o yerlerde Çelebi Mehmet Efendi’nin Paris’ten getirdiği planlara uygun yalılar ve köşkler inşa etmişlerdir. 10 Ağustos 1722’de tamamlanan “Kasr-ı Hümayun” ve civarına “Sadabad” adı verilmiş, buralarda havuzlar ve fıskiyeler yapılmış, köşk ve bahçelerde türlü eğlenceler düzenlenmiş, yabancı elçilerin kabul törenleri ve düğünler buralarda yapılmış, başta Nedîm olmak üzere devrin şairlerinin şiirleri ve ünlü bestekârlarının besteleri buralarda düzenlenen eğlence meclislerinde okunmuştur.